Erdem Oklay

Birbiri ardına gelen bilimsel keşifler ve teknolojinin baş döndürücü gelişim hızı insanlığın önündeki yeni bir çağı müjdeliyor. Bunun en önemli göstergelerinden biri olan uzay yarışları da adeta gözümüzün önünde cereyan ediyor. 1960’lardaki Ay projelerinden sonra, daha büyük çalışmaların şimdilerde Mars için yapıldığını söylemek sanırım ki yanlış olmaz. Öyle ki son yıllarda Mars’a yapılan insansız keşif yolculuklarını hep beraber, büyük bir heyecanla izledik. Peki, bu gelişmelerden eğitim dünyası adına nasıl çıkarımlar yapabiliriz?

Hiç kuşkusuz uzay ve diğer tüm alanlarda lider olmanın yolu öncelikle eğitim sisteminizin kalitesine dayanıyor. Eğitim sistemleri gelişmiş ülkeler planlarını ve yatırımlarını bu doğrultuda yönlendirerek bilim ve teknolojide söz sahibi oluyor. İhtiyaçları olan insan kaynağını bugünden yetiştirerek dünyanın geleceğinde aktif rol oynuyor. Diğer bir deyişle; bu ülkelerin eğitim sistemlerinin en başat özelliği geçmişe takılı kalmaları değil geleceğin insanlarına yatırım yapmaları, onları yetiştirme gayreti içinde olmaları da diyebiliriz. Öyleyse büyük ülke olmanın yolu da eğitimden geçiyor denilebilir. Peki, Türkiye olarak biz geleceğimizi ne ölçüde planlıyoruz? Bilim ve teknoloji alanında ne kadar söz sahibiyiz? Daha doğrusu şöyle soralım: Neden söz sahibi olamıyoruz? Yukarıda da değindiğim gibi bilimsel ve teknolojik atılımlar ancak iyi yetişmiş beyinler sayesinde olur. Yani bizim önceliğimiz bu beyinleri yetiştirecek kalitede bir eğitim sistemi olmalı. Küresel ölçekte adını duyurmuş bilim insanları yetiştirmek için doğal olarak önce bilimi sevdirmek ve çocukların merak duygusunu köreltmemek gerekir. İçinde bilime karşı sevgi ve tutku yetişmemiş öğrencilerden bilimsel çalışmalar yapmalarını beklemek bu anlamda hayalcilik olur. 

Öyleyse şimdi eğitim sistemimizin bilimi sevdirme ve merak uyandırma noktasında ne kadar başarılı olduğunu bir düşünelim. Okullarda bilim denilince ilk akla gelen kuşkusuz fen bilimleri, fizik, kimya, biyoloji gibi dersler. Bu dersler kapsamında harika etkinlikler yapan, çocuklara bilimi sevdirme ve bilimsel düşünce mantığını kavratma noktasında çok başarılı öğretmenlerimiz de var ama asıl mesele şu ki Oktay Sinanoğlu, Aziz Sancar, Canan Dağdeviren, Mete Atatüre gibi bireysel çabalarıyla dünya çapında başarılı olmuş sayılı bilim insanımızın haricinde ülke olarak neden bilimi sevdiremiyoruz? Neden bunu ülkemizin temel bilim politikası olarak uygulayamıyor ve yaygınlaştıramıyoruz? Asıl sorulması ve tartışılması gereken sorular bunlar. Bu soruları bir fen bilimleri öğretmeni olarak düşündüğümde karşıma sayısız değişken çıkıyor. Hiçbir değişken tek başına anlamlı değil. Bilimin neden sevdirilemediği, bilimsel düşüncenin toplumsal ölçekte neden yaygınlaştıralamadığı pek çok değişkenin bileşiminden oluşan girift bir yapı arz ediyor. Ancak şunu rahatlıkla gözlemliyorum: İlkokul düzeyinde ve hatta 5. ve 6. sınıflardaki öğrenciler fen bilimlerine karşı büyük oranda olumlu bir tutuma sahipler. Deney yapmayı, keşfetmeyi, öğrenmeyi çok seviyorlar. Fen bilimleriyle ilk tanışma evresi diyebileceğim bu kademelerde dersler çoğu zaman akıcı, verimli ve eğlenceli geçiyor. Ancak 7. ve tabii ki 8. sınıfta iş değişiyor. Bu sınıf düzeylerinde LGS kaygısı ile birlikte öğrenci sevdiği için uğraşmıyor bilimle, bilmem kaç net yapması gerektiği için uğraşıyor. Ona da aslında tam bir uğraşma denemez, olsa olsa ezberlemeye çalışıyor: Konuları, formülleri, bağıntıları ve hatta soru tiplerini! Evet yanlış okumadınız, doğrudan soru tiplerini ezberine almaya çalışan öğrenciler gördü bu gözler. Sınav sonuçlarına odaklılık ve elemeye dayalı bu sistem “sayılı” öğrencinin “başarılı” kabul edildiği ancak arkalarında yığınla gencimizin heba olduğu bir döngüyü yaratıyor. Dünyanın en genç nüfuslarından birine sahip ülkemiz, elindeki insan kaynağını fütursuzca harcıyor. Üstelik bu döngü onlarca yıldır artan bir ivmeyle sürüyor. Fen, bilim, teknoloji denildiğinde çocukların aklına tek gelen LGS ve YKS gibi sınavlarda kaç net yapmaları gerektiği! Bilimin doğasına da aykırı olan tek doğrulu sorulara odaklanma, gençlerimizde bilim sevgisi yerine sadece sınav taktiklerinin gelişmesini sağlıyor! Öyle ki bilim sevgisi aşılaması gereken öğretmenler bile KPSS, EKYS vb. sınavlar peşinde koşmaktan helak olmuş vaziyette...

Peki ne yapmalı?

Sınavlar üst öğrenim kurumlarına geçiş için tek belirleyici şart olmamalı. Fen bilimleri için konuşursak, ilkokul seviyesinde bilgi kazandırma ağırlıklı bir müfredat yerine, oyun ve basit deneylerin olduğu bir nevi fen bilimlerine giriş dersi olabilir. Bu derste amaç bilimi sevdirmek, çocuklardaki merak duygusunu ateşlemek ve bilimsel düşünce sisteminin ilk tohumlarını atmak olmalı. Ortaokul ve lise düzeyinde ise bir öğrencinin kendi başına bilimsel bir probleme çözüm üretebilmesi ve buna yönelik proje geliştirebilecek seviyeye ulaşması gerekli. Hâlihazırdaki lise-üniversite giriş sınavları ya tamamen kaldırılmalı ya da etkileri minimuma indirilmeli. Daha doğru bir değerlendirme için okullarda portfolyo uygulaması yapılmalı. Öğretmenlere ve okul yöneticilerine portfolyo eğitimleri verilerek üst öğrenime geçişlerde süreç değerlendirme sistemi aşama aşama hayata geçirilmeli. Sistem sınav endeksli olmaktan bir kez çıkarıldığında öğrenciler ve öğretmenler rahat nefes alacak, kendi potansiyellerini sonuna kadar genişletme tutkusunu da yaşayacaklar. Gençlerimiz ilgi ve yetenek alanlarına göre yönlenecek. Bu ortamda, bilim insanı olmak isteyen gençler de sınav baskısı ve stresi olmadan kendilerini geliştirecek imkânlara kavuşacaklar. 

Kuşkusuz bu saydıklarım bir anda olacak değil. Kaldı ki sistemin tek sıkıntısı merkezi sınavlar da değil. Sonuç odaklı-eleyici bir sistemden süreç odaklı, bilimsel düşünceyi esas alan bir sisteme geçiş ise büyük bir paradigma değişimini zorunlu kılıyor. Bu sebeplerden ötürü gerekli çalışmalar hemen başlatılmalı. 21. yüzyıl bilimde ve teknolojide lider ülkelerin asrı olacak. Bu asırda kendi medeniyetimizi yeniden inşa etmek istiyorsak mevcut potansiyelimizi yani gençlerimizi iyi yetiştirmeliyiz. Yoksa bu tren de kaçacak ve ülkemiz hep birilerinin izini takip etme derdinden kurtulamayacak. “Eller gider Mars’a, biz kalırız yaya…” dememek için ülke olarak tek derdimiz hiçbir çocuğun harcanmadığı bir eğitim olmalı.