Serap Arslan

“İnsanın Kanadı; Gayretidir” Hz. Mevlana*

2008-2009 eğitim-öğretim yılıydı. İstanbul Beşiktaş’ta bir ortaokulda çalışmaya başladığım ilk yıl... 4. sınıflarımla yaptığım ilk dersi her zamanki gibi tanışmaya ayırmıştım. Onar kişilik gruplarla sınıfın ortasında halka olup herkes isminin baş harfiyle başlayan ve kendini tanıtan olumlu bir sıfatla ismini söyleyecekti. Sıra ona gelmişti. Ürkek, çekingen ve suskundu. Göz göze geldiğimizde istemeyerek de olsa “Emekli Eylül” dedi. 10 yaşında bir çocuk “E” harfi ile başlayan "eğlenceli, esprili, esrarengiz, eğitimli…” gibi pek çok sıfat varken neden “emekli” sıfatını tercih etmişti ki? Ama beden dili de gözlerinin feri de zaten “Ben emekliyim” diyordu âdeta. Dersten çıkınca  sınıf öğretmeninden Eylül ile ilgili bilgi aldım. Eylül bireyselleştirilmiş eğitim alması gereken özel bir öğrenciydi. Ancak bu durum onun emekli gibi hissetmesini gerektirmezdi ki... Ne olmuştu da Eylül emekli olmuştu?

İlerleyen haftada ders kitabından okuma yaptırırken Eylül’den sıradaki bölümü okumasını istedim. Metni bitirdiğinde, okumasının gayet güzel olduğunu söyledim ve 24 Kasım Öğretmenler Günü programında görev almak isteyip istemediğini sordum kendisine. Amacım sınıfa onu da dahil etmekti. ”Ben mi?” diyerek hayret edişini unutamıyorum. Bu hayret bir öğretmen olarak beni derinden yaraladı zira kendine inancını kaybetmesi, bir insanın başına gelebilecek en kötü şeydir. Bizi başkaları terk edebilir, bizden başkaları ümidini kesebilir ama asıl biz kendimizden gidersek kaybederiz yaşamı, biteriz... 4 yıl gibi kısacık okul hayatında ne de çok şeyi kaybetmişti minik Eylül. Belki Ayşe gibi güzel yazamadığı için; belki Alper gibi çarpım tablosunu ezberleyemediği için; belki daha nice hayal kırıkları, cam gibi batmıştı minik yüreğine. Sonbaharın hüzünlü rüzgarları nasıl ağaçların yapraklarını alıp götürürse hoyratça, bu yıllar da Eylül’e hüzün bırakmıştı sadece. Kalabalık bir sınıfta yapayalnızdı, tükenmişti, ümitsizdi ve artık emekliydi...

Hemen öğretmen konulu bir metni Eylül için belirledim. Oratoryo ve tiyatro oyununda da görev vererek programa diğer öğrencilerle birlikte dâhil olmasını sağladım. Tabi çalışmamız gerekiyordu. Ona ayrıca zaman ayırarak bireysel çalıştık. Zaman içinde sınıfının önünde çalıştığı metni okuyarak heyecanını yenmesi ve sınıfında başarabildiği bir konuda arkadaşlarına kendini ispatlaması çok iyi gelmişti ona. Bu sıralarda ailesiyle de tanışmak istedim. Aile de yorulmuştu şüphesiz. Eğitimin sıcak yüzü değil, hep soğuk havası vurmuştu yüzlerine. Biricik evlatlarının yalnızlığı üşütüyordu yüreklerini. Eylül’de kışı yaşıyorlardı. Annesi bir gün Eylül’ün ilk defa isteyerek sorumlu olduğu bir metni evde okuduğunu sevinçle anlattı ve Eylül’ün heyecanını paylaştı. Evet Eylül heyecanlıydı, belki de okulda ilk defa…

Metni beraber çalışırken artık alışmıştık birbirimize. Okul nöbetlerimi bile beraber tutuyorduk. Çok konuşmuyordu ama sanki "Yalnız bırakma beni." diyordu. Sonra konuşamadıklarını bana yazdığı mektuplarla anlatmaya başladı. Her bir mektubu bir çözülmeydi sanki. Bu arada tören için bol bol prova yaptık öğrencilerle. Her provada Eylül özenle metnini okuyordu ama yaprak gibi de titriyordu. Her okuyuşunda tebrik ettim onu. Sıcacık gülümsemesi bana da güç veriyordu. Tören günü görevli öğrencilerin ailelerini de programı izlemek için davet ettik. Amacım Eylül’ün ailesinin de bu güzel âna şahit olmasıydı.

Tören günü Eylül, her cümlesini söyleyişinde ders verdi sanki hâl diliyle bizlere. Annesinin onu dinlerken döktüğü gözyaşları yıkadı kirli ve ilgisiz yüreklerimizi. Ağlatan Eylül’ün okuduğu metin değil; ihmal ettiğimiz, görmezden geldiğimiz Eylül’ün hüzünlü sesiydi. Eylül, tüm öğretmenler üzerinde büyük etkiler yaratmıştı. Tebrikler havada uçuşuyordu. Eylül daha çok uçuyordu. Çünkü insanın kanadı; gayretidir.* Eylül de gayretiyle kırmıştı bukağılarını. Eylül’ün o günden sonra sınıfta oturuşu, duruşu ve hatta bakışı bile değişmişti. Artık tükenen, yalnız, ümitsiz Eylül değil; gayretkeş, kendisini keşfeden bir Eylül vardı. “Bu sınıfta ben de varım!” demenin yolunu bulmuştu. Tüm bunlar yaşanırken Eylül 6. sınıf olmuştu. Bir gün nöbeti yine birlikte tutarken çeşitli mesleklerden sohbet ettik. Eylül’e döndüm ve “Senden ne güzel bir ana sınıfı öğretmeni olur Eylül`cüm.” dedim. Gözleri parladı ve sanki aklından geçenleri okumuştum. Kendisinden küçük çocuklarla çok iyi anlaştığından, oyun oynamayı çok sevdiğinden, ne kadar sabırlı olduğundan ve anasınıfındaki matematiği yapabildiğinden gülerek konuştuk. Sanki her nöbet bizim için bir terapiye dönüşmüştü. Konuştuklarımızı annesiyle paylaşma kararı aldık. Ertesi gün annesi okula geldi ve anasınıfı öğretmeni  olmak istediğini ilk kez benim yanımda annesine söyledi. Annesi tarifsiz duygular içindeydi. O anda gururla kızına bakarken sanki gelecekteki anasınıfı öğretmeni Eylül’e bakıyordu.

Zaman içinde Eylül’ün babasının mesleği gereği tayinleri doğuya çıktı ama biz irtibatı hiç koparmadık. Bireyselleştirilmiş eğitim alarak her ders dönemini başarıyla tamamlıyordu. Dönem sonlarında notlarının ve pozitif enerjisinin en yakın takipçisiydim. 2 yıl önce de büyük bir başarı göstererek devlet üniversitelerinden birinde istediği bölümü kazandı. Halen orada "Beden dağındaki gizli mücevher"inin ışığıyla hayallerinin peşinden koşuyor. Çünkü artık “Emekli Eylül” değil; entellektüel, eğlenceli, eğitimli, erdemli, etkin bir Eylül vardı. 24 Kasım ile başlayan serüvenini ilmek ilmek kendisi dokuyan bir Eylül... Bazı hikayelerin başını biz yazamayız belki ama nice "Eylül"leri emekli etmeden başkahramanlar çıkarabiliriz...

Serap Arslan

Öğretmen

Mail: serapoarslan@hotmail.com