Prof. Dr. Ziya Selçuk

Eğitimin önemine ilişkin tartışmalar, geçerli nedensellik içermeyen savlar yüzünden çoğu zaman boşlukta kalıyor. Genellemeler, önyargılar, eksik bilgiler, indirgemecilik, batıl inançlar, bağlam dışılık eğitime dair makul yorumları engelliyor. Bahsi geçen engeller nedeniyle söz hakikatten uzaklaşıyor ve bir sonuca ulaşılmıyor. Daha ötesi, konunun özünü kaçırma veya alakasız sonuç safsatalarına kadar giden gevezelikler yapılabiliyor.

“Eğitimin ne kadar önemli olduğu” konusu yukarıda bahsettiğim yanlış nedensellikler ve safsatalardan en fazla etkilenen hususlardan biri diye düşünüyorum. Kelimeleri, kavramları, terimleri basitçe iyi, kötü, önemli, önemsiz diye ayırmak, insan zihnine kaydırak etkisi yaratıyor galiba. Hemen konuyu anlıyoruz ve hemencecik sorunu çözüyoruz kaydırak etkisiyle. PISA, TIMSS gibi kaldıraçları da kullanarak eğitimin ne kadar önemli olduğunu “Sudan hafif maddeler yüzer, çünkü bu tür cisimler suda batmazlar” türünden nedenselliklerle açıkladığımızı düşünüyoruz. Genellemeye, slogana, indirgemeciliğe açık bir kapalı toplum olan Türkiye’de -ki bunu sadece köşe yazılarına bakarak kanıtlamak mümkün- eğitim tartışmalarının kalitesi ülke eğitiminin kalitesini aşamıyor. "Eeee, ne var bunda?" demek gerekiyor burada! Bence de birşey YOK. Son cümleyle yapmaya çalıştığım safsatanın, tartışmalarımızın olağan karakteri olmasıdır problem olan. Örneğin, birileri çıksa ve dese ki, “Bizden whatsapp çıkmaz; Türkiye’nin en büyük şirketlerini toplasan bir whatsapp etmez”. Ne kadar provakatif, heyecan verici ve üzücü bir cümle değil mi? Buna verilen tepkiler genellikle “ne kadar doğru ve ne kadar acı” türünden vahlanmalar içeriyor. Zoka kelimesi böyle bir durumda çıkmış olsa gerek. Peki hemen arkasından şöyle sorular sorsak: Kimlerden "whatsapp" çıkar? PISA 2015`te ilk 20 sıradaki ülkelerin herhangi birinden "whatsapp" düzeyinde bir inovasyon çıktı mı? Türkiye matematikte zıplasa ve ilk onda yer alsaydı benzeri bir platform çıkar mıydı? Türkiye’den ilk beşyüze on üniveristemiz girse "whatsapp" çıkar mı? Fransa, İtalya, İsviçre çıkarabildi mi bir whatsapp? PISA’da mevcut durumun 15 katı ilerleme sağlayıp, en ileri yaratıcılık seviyesinde olsaydık birşey değişir miydi? Osmanlı’ya, Atatürk’e, evrime, dine nasıl bakıyorsak eğitim tartışmalarına da öyle bakıyoruz sanki. İrrasyonel olmak, anı yaşayamamak, acısından zevk almak, toksik utancı beslemek rutinimiz olmuş. “Bizden bişey olmaz”dan, “biz” olmaktan vazgeçerek, bizden bir şey olabilir seviyesine iniş... Bu irrasyonellik sadece kendimizi değil başkalarını algılarken de karşımıza çıkıyor. Örneğin, “Picasso’nun bir sözü vardır: İyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar. Büyük fikirleri çalmak konusunda hiçbir utanmamız olmadı.” cümlesini kurabilen; telefon şirketlerini kazıklayarak büyük avantajlar sağlayan; en yakın arkadaşı Wozniak’a yalan söyleyip inovasyondan aldığı paranın çok az bir kısmını veren sosyal analiz dehası Steve Jobs’ı da sağlıklı değerlendiremiyoruz. Paranın tek yüzüne odaklanmak, sadece amaca ulaşmak için her yolun mübah görülmesiyle ilgili olmasa gerek. Çok daha mürekkep, karmaşık ve kaotik bir mesele var gözümüzün önünde.

"WhatsApp" Çıkarabilmenin Arka Planında Neler Olabilir?

Bu konuda değerli görüşlerine başvurduğum ve teşekkür borçlu olduğum çok sayıdaki uzmandan öğrendiklerim ve edindiğim izlenim, konunun ciltlere sığmayacak kadar engin olduğunu hissettiriyor bana. Gerçekten "Facebook" ya da "Whatsapp" çıkarmak çooook büyük bir fotoğrafın küçücük bir parçası olsa gerek. Stanford Üniversite’sinin hikayesi, Profesör F. Terman’ın, beyin göçünü engellemek için o dönem öğrencileri olan HP’nin kurucuları Hewlett ve Packard’a cebinden 1.538 Dolar verip şirket kurdurması, Fantasia filminin ses sistemini kurmak için HP’den sekiz osillatör alan Walt Disney’in desteği, 1960’larda Amerikan Savunma Bakanlığı’nın alım desteği, en zeki girişimcilerin kısa zamanda buyuk bir servete kavuşabilme olasılığı, bizdeki gibi emlakçılığa dönüşmemiş devrim yaratan gerçek teknopark yasaları ve daha birçok şey de bu fotoğrafın küçük parçaları. Garaj şirketlerine ilk olarak karşılıksız verilen 2 bin ve daha sonra verilen 10 bin Dolar karşılıksız krediler, bölge öğretmenlerine gözetim için verilen 100 Dolarlar da unutulmamalı. Fikri mülkiyet hakları, çalışanları şirkete ortak etme anlayışı, entelektüel sermaye yönetimi, küçük buluşların yarattığı inanılmaz farkları biraraya getirebilen bir atmosfer de parçalar arasında sayılabilir. Bugün Brexit’e ve Trump Etkisi’ne de yol açan Wall Street/Main Street kavgası; yani finansçılarla, reel sektör arasındaki dünya düzeni kavgası da fotoğrafın parçaları arasında. Whatsapp gibi yeniliklerin arkasında yatan hukuk desteği, risk sermayesi, siyasal network, küresel borsa ve kredilendirme oyunları da dikkate alınması gereken unsurlar arasında. Bu bağlamda umut vadeden projeleri Zuckerberg gibi parlak zekaların elinden alıp ağlarındaki kredi kuruluşlarının desteğiyle borsada uçurup, gerçek değerinin çok çok üzerinde gösteren küresel şebekeleri unutmamak gerekir. Yani sonuç olarak sadece iyi bir eğitim sistemi kurmakla, hatta uygun ekosistem kurmakla da doğrudan ilgili değil "whatsapp" çıkarabilmek. Çoklu neden, çoklu sonuç...

İş Kültürünün Etkisi

Seri A’dan başlayan küçük yatırımlardan, milyar dolarlara kadar yapılan inovasyon yatırımlarının yeni teknolojilerin tamamına yakınının ABD’de doğmasına yol açan iklimi ve iş kültürünü de ciddiyetle ele almak gerekir. Avrupa’nın iş kültürüyle ABD iş kültürü arasında bile dağlar kadar fark var. Avrupa’da Fiat, Krupp gibi şirketler maaşla eleman çalıştıran patronaj yaklaşımı sergilerken, Silikon vadisindeki şirketlerde inanılmaz cazip koşullarla zeki insanlar işin sahibi yapılıyor. Bilişim teknolojilerinin ilki İngiltere’de çıkmış olmasına rağmen ABD’ye akması da bu sebeplerle ilgili olsa gerek. İki kıtada “ürün” kavramı bile farklı anlaşılabiliyor. ABD’de "whatsapp" gibi yeni teknolojilere bir ürün olarak bakılmaması bu sebeplerden biridir. Zira bu tür yenilikler ürün olmaktan ziyade algoritmalar kümesidir. Onlarca buluş ayrı yerlerden toparlanıp bir araya getirildiğinde ürün gibi görünüyor. Her bir algoritmanın patenti birilerine ait ve patent gelirleri ürün değil, buluş üzerinden işliyor. "Facebook" gibi yenilikler açısından, Avrupa’da bile ABD’ye göre düşük düzeyde inovasyon iklimi bulunduğundan, Berlin, Londra, Dublin gibi şehirlerde Silikon Vadisi olma yolunda ciddi adımlar atılıyor. Türkiye’de bile Silikon Vadisi söylem atakları mevcut. Silikon Vadisi önemli ancak diğer sektörleri de –örneğin gıda- göz ardı etmemekte yarar var. Nasıl ki Almanya, İtalya, Fransa Bilişim teknolojileri dışında farklı sektörlerde öne çıkıyorlarsa, Türkiye’nin de doğasına uygun sektörleri bilişim teknolojileriyle birlikte ele alması gerekir. İlginç bir şekilde dünyanın sayılı firmaları arasında yer alan inşaat markalarımızı değerlendirirken de bu dikkati göstermek gerekir. “Biz ancak inşaat yapmaktan anlarız” küçümsemesinden vazgeçip, Türkiye’nin dünya çapında inşaat ihaleleri almasını da başarı olarak görebilmeliyiz. Belki de inşaat sektörümüzü, enerji kullanımı ve kullanım rahatlığı açısından dünyanın en iyi markaları arasına sokmak için kafa yorabiliriz. Yani önemli olan bütünsel bir bakış açısını korumak.

Marka Çıkarmaktan Bahsederken...

“Bizden whatsapp çıkmaz” ya da "eğitim kalitemiz artarsa çıkar" gibi genellemelerden uzak durmakta yarar var. Küçük Emrah veya yalancı muhtar replikleriyle çözülecek bir konu değil bu. Eğitim seviyesiyle dünya çapında marka çıkarmayı doğrusal olarak ilişkilendirme kolaycılığından vazgeçmek gerekiyor. “Marka” çıkarmak bir iş, “whatsapp” gibi 50 kişi ile 20 Milyar Dolar değerinde firma yaratmak başka bir iş. Bunu 5 yılda başarmak ayrı, o parayı verecek "Facebook" gibi bir başka firma yaratmış olmak başka bir iş. Esasen firmaların kopyalama veya tekerleği baştan keşfetmeyle değil, satın alma yoluyla yeni teknoloji kazandıkları bir iş dünyası olması çok daha başka bir iş.

Bizim de dünya ölçeğinde marka çıkarmak gibi hedeflerimiz olmalı ancak bu hedeflerin sadece `hayal kuralım, eleştirel düşünelim` komutlarıyla hayata geçemeyeceği rasyonelliğini de gözden ırak tutmamak koşuluyla... Sadece Harvard gibi bir üniversitenin bütçesinin MEB bütçesi artı tüm üniversitelerimizin toplam bütçesinden daha fazla olduğu düşünülürse mevzu daha açık hale gelebilir. Diğer taraftan zihnimizdeki zincirleri kırmak ve hallüsünasyona varmayan hayaller kurmak elbette bizi besler. Büyük markaların bizde olmayışının nedenlerini sloganlara hapsetmeden, bir ana fikir doğrultusunda ayrıştırılmış küçük hedeflere bölmek daha sağlıklı olabilir. Türkiye 1-2-3 diyebilen bir ülke. Ancak her gelen 1-2-3 diyor, hiç 5-6-7 diyen yok. Buradaki problemin ne olduğunu bir “idrak etsek” ilerleme ihtimalimiz mevcut. Matematikte başarısız olan bir çocuk gibiyiz. Matematik eğitimcileri bilir; Polya’nın problem çözme basamakları anlama, planlama, uygulama ve kontrol olarak tespit edilir. Çocuk problemi anlarsa, planlama, uygulama ve kontrol aşamasında yol alabilecek. Önemli olan anlaması. Bizde problemi anlamadan planlama ve uygulama yapma daha baskın. Kontrol aşamasında da zayıfız. Problem kavramının cerrahisine girişip kavramın diyalektiğiyle başlamakta yarar var kanısındayım. Problemin olumsuz veya olumlu bir şey olarak algılanmamasıyla başlanılabilir diyalektik meselesine. Bu suretle problemlerimizi paradoksal bütünlük içinde ve anafikrimiz doğrultusunda ele alabiliriz.

Ana Problem Alanlarından Bazıları

Ana problem alanlarımızdan biri, bürokrasinin kifayetsizliği: Whatsapp, Uber, Airbnb gibi firmalar ABD’den başka hiçbir ülkeden çıkmıyor! Bizden çıkması da beklenmemeli. Kısa ve orta vadeli hedefimiz bu olursa tedavi olmakta yarar var. Birçok ülkeden milyar dolarlık birçok firma rutin olarak çıkıyor. Bizden de çıkabilir; ancak hemen "facebook", "whatsapp" çıtası koymazsak... Büyük marka çıkaran ülkelerin bunun için kurdukları işlevsel bir bürokrasi var. Değerli iş fikri olan girişimciler için milyar dolara ulaşıncaya kadar net bir yol tanımlanmış. Türkiye’de ise lisanslama, yetkilendirme, faturalandırma, vergilendirme ve daha birçok konu çağın gereksinimlerine göre adapte olamıyor. Çünkü bürokrasinin aklı, iktidarın giderek küreselleştiği, siyasetin ise yerelleştiği; insan makina ilişkisinin tekilliğe (singularity) doğru gittiği bir dünyayı algılamakta zorlanıyor. Güncel siyaset her türlü rasyonel davranışı felç edebiliyor. Önemli ve değerli olan şeyler karıştırılıyor. Maliye bürokrasisi ülke geleceğini kendi geleneğine kurban ediyor. Ahlak kodları gelişkin bir özel sektör yerine “emir işadamları” sektörlere hakim oluyor. Sektörleri destekleme amaçlı politikalardaki korku ve nepotizm kokusu, verimliliği yok ediyor. Bütün bu engellere rağmen Türkiye’de bazı girişim atakları var. Fakat bunlara cesaret edenler çoğunlukla genç/toy kişiler. Orta yaşta, tecrübeli, Dünya’yı, iş alanını tanıyan kişiler risk çok fazla olduğu için uzak duruyorlar. Türkiye’deki bürokrasi nedeniyle gençlerin yaşadığı başarısızlık hikayeleri, başarısızlık hissini yaşamaktansa denememeye yöneltiyor.

Bir başka eksiklik ise yatırımcı ekosistemi eksikliği. Silikon Vadisinin en büyük avantajı “binlerce” yatırımcının aralarında oluşturduğu “rekabetçi işbirliği” ortamıdır. Hızla büyüyen firmaların önü “mutlak surette” yatırımcılarının kişisel ilişkileri ile açılır. Tüm yatırımcıların birilerine “iyilik” borcu, birilerinin de “iyilik” alacağı vardır. Bu aslında bir tür saadet zinciridir. Herkes birbirinin firmalarına yatırır durur. Yeni kurulan firmaların yanında, “mentor” ismi verilen böyle yatırımcılar olmaz ise, asla sıyrılıp çıkamazlar. Firmayı kuran, “demo” yapabilecek seviyeye geldikten sonra zamanının %90’ınını bu mentorlere kur yaparak, onlardan birkaçını yanına almaya çalışarak harcar. Yeni ürün ve stratejilere yaklaşma stratejileri bu anlamda çok önemlidir.

Türkiye’deki iklimde yer alan üçüncü bir eksiklik, yeni ürün ve teknolojiye, satın alarak kavuşma adetinin eksikliğidir. ABD’de bir yatırımcının ilk baktığı unsur “exit” stratejisidir. Koyduğu parayı, nasıl ve ne zaman geri kazanacak? Bir numaralı exit stratejisi, firmayı daha büyük bir diğerine satmaktır. Oysa Türkiye’de “mergers and acquisitions” denilen bu strateji neredeyse hiç yok. Zira büyük firmalar satın almayla değil, illa kendi yaparak ya da kopya çekerek yeni teknoloji üretir. Türkiye’nin en büyük teknoloji firmaları dahi satın almayı tercih etmiyorlar. ABD’de ise firmalar sürekli satın alarak büyür, hatta kendi içlerinde yeni firma üretip onları da başkalarına satar. Bu işin ayrı bir hukuku, özel yetişmiş avukatları, anlaşma formatları, bir çok danışman firması var.

İnovasyona Yaklaşım ve Kültür

Yukarıda ifade ettiğim gibi, dünya çapında marka oluşturmamızın önünde politik, bürokratik, finansal vb. daha birçok ekosistem sorunu var. Tüm bu sorunları eğitim ve kültür bağlamından kopartamayız. Eğitim sistemini subjektif politik amaçlar için araçsallaştırmadan atılabilecek, sosyal adalet temelli adımlar bulunuyor. Yeter ki dünyayı evimizin penceresinden görünen şey olarak tanımlamayalım; inanç, değer ve ahlakı birbirinin yerine kullanmayalım. “Bizimkilerden” değil, “insan”dan yola çıkalım. Nesneliği değil, nesnelliği ölçü alalım. Basit mekanizmalar geliştirelim. Örneğin eğitim sisteminde çocuklara kök değer bağlamında “değerli olanı tespit etme, ayırd etme” yetkinliği kazandıralım. Esasen bizde “otoritenin” gösterdiği değerlidir.” Oysa neyin “değerli” neyin “alelade” neyin “çöp” olduğunu öğrenci kendi ayırt etmeli. Bunun için de “değer biçme” yapabilmeli. Ardından, “nesnel değer,” “öznel değer,” “olasılıksal değer,” “geleceğe endeksli değer” gibi konular ele alınabilir. Ancak o zaman, soyutlama, sentez yapabilme çerçevesinde, gerek kendi düşüncelerinin ne kadar değerli olduğunu, gerekse de karşılarına çıkan düşüncelerin ne kadar kıymetli olduğunu “idrak” edebilirler. Değerli olanı seçebilmek ve inovasyon kültürünün gelişimi için kodlama, algoritma, robotik ve benzeri uygulamaları çok rahatlıkla kullanabiliriz. Örneğin, kişisel olarak desteklediğim Bilişim Garaj Akademisi çocuklarımızın düşünsel mantalitesinde hızlandırıcı etki yaratabilecek son derece rafine ve somut bir örnek. Bu tür girişimlerin yanı sıra, çocuklara hikaye temelli bilim tarihi vermek de inovasyon kültürünü destekleyici olabilir.

Tüh İcat Çıkarıyoruz!

Kültür kodlarımız ve baskın dünya kültüründen etkilenme biçimimiz de bu bağlamda düşünülmesi gereken bir başka konu. Türkiye’de hala “icat çıkarma” esprisi yapılıyor. Artık aileler, öğretmenler, şirketler çocukların icat çıkarması konusunda böyle bir yaklaşıma sahip değiller. Bu espriyi kullanmak hoş olabilir ama icat çıkarmanın önünde esprinin kendisi bir engel olmaya başladı. Yeni esprilere ihtiyaç bulunuyor; duyurulur... İcat çıkaran bir dehayı beyin göçü olarak birçok ülke kapıyor zaten. Çıkaran çocuklarımız var ve başka ülkelerde gayet üretkenler. Politik alt sistemlerimizin yetersizliğinden kaynaklanan sorunları tümüyle kültürelmiş gibi sunmamakta yarar var. Marka veya icat çıkarmak çok zorlu bir yol. İlk accelerator (hızlandırıcı) Y-Combinator’ı kuranlardan J. Livingston’ın “Founders at Work: Stories of Startups` Early Days” isimli kitabında 5-10 senede devleşmiş 30 firmanın kurucularıyla, ilk bir senede başlarına gelenleri anlatmaları için yaptığı söyleşiler yer alıyor. İstisnasız hepsi o bir yılda, birkaç defa tökezlemiş, hatta batma noktasına gelmiş. Elbette bahsi geçen 30 firmayla yola çıkan binlerce başka firma vardı. Çoğu telef oldu. Başaranların ortak noktasının, yapmaya çalıştıkları şeyin değerli, hatta epik olduğuna dair sarsılmaz inançları olması oldukça dikkat çekici. Yeni neslin hiç sabrı yok. Girişim yapmak isteyenler de, çoğunlukla 3 günde bir mobil app yazıp köşeyi dönme hevesinde. Eğitim sistemi de bunu destekliyor. Sürekli bir müfredat azaltma, sınıfta kalmayı imkansızlaştırma, ödev vermeme, çocuklara eğlenceli eğitim yapma muhabbetleri dönüyor. Wittgenstein “Neden bu dünyada olduğumuzu bilmiyorum ama eğlenmek için olmadığı kesin” diyor. Hayat bu kadar kolaycılığı reddeder. Kolaycılık kültürünün dinamiklerini çözmeliyiz ve çocukları doğaları dairesinde zorlamaktan kaçınmamalıyız. Böyle bir kültür yeşertmeden dünya çapında marka yaratacak tutkulu insanları yetiştiremeyiz. Kolaycılık, köşe dönme ve adamını bulma virüsleri sürekli kendini yeniliyor. Antivirüs programı virüs girmeden koyulur. Bilim zihniyeti antivirüs programıdır ve icadın ekmeği, suyudur.

Soyutlama ve Sosyal Analiz

Diğer yandan, mesele öncelikle ve sadece teknik değil. Soyutlama temelli sosyal analiz yapabilmeyi destekleyen bir eğitim yaklaşımına gereksinim var. Soyutlama becerisi gelişmeyen toplumlar insanı, dini, politikayı, eğitimi en alt hatta ilkel somutlaştırma düzeyinde algılar. Şekil özü boğar böyle durumlarda. O yüzden soyutlama temelli insani ve sosyal analiz çok önemli. Bizde mühendislerin sosyal tarafı zayıf, sosyalcilerin teknik tarafı. Bu nedenle teknoloji sadece maddesel bir konuymuş gibi ele alınıyor. Teknolojik meseleleri kurgularken dikkat etmemiz gereken bir başka husus anlam, şefkat, saygı gibi kavramların rahminde bir teknoloji anlayışına sahip olmaktır. Aksi takdirde insanı parçalayan, varoluşsal olarak tehdit eden canavarı bir parça daha büyütmüş oluruz. Benden bu kadar.

Prof. Dr. Ziya Selçuk

Maya Okulları Kurucusu

Twitter.com / @ziyaselcuk