Tuğba Çelikkanat

Her yıl yeni dönem için kayıt süreci başlar başlamaz tüm veli ve öğretmenlerin kafasında aynı soru dönmeye başlar: ‘’Hangi okul?’’ İtiraf etmeliyim ki, bana her yılın aynı zaman diliminde, sayısı hatırı sayılır şekilde fazla olan iki ayrı gruptan, aynı iki soru gelir: ‘’Hocam kafam çok karıştı, çocuğumu hangi okula yazdırsam?’’ ve ‘’Hocam kafam çok karıştı, hangi özel okul ile sözleşme imzalasam?’’

Ben bu iki sorunun da çözümünün aynı noktada kesiştiğine inanırım hep. Yani öğretmenin mutlu olamadığı okulda öğrenci mutluluğundan, öğrencinin mutlu olamadığı okulda öğretmen mutluluğundan bahsedilemez. Öncelikle öğretmen de veli de ne istediğini bilmeli. Her birey aynı okula giderken aynı beklentiler içerisinde gitmez. Örneğin;  X okulunda çalışan bir öğretmenin beklentisi daha az mesai yapıp, daha çok maaş almak olabilirken; aynı okulda çalışan bir başka öğretmenin beklentisi eski okulunda yaşadığı ‘’mobbing’’ olmadan çalışacağı huzurlu bir ortamda mesleğini icra edip, yetiştirdiği çocukların başarısı ile kendini daha iyi hissetmek olabilir. Bir başka öğretmenin beklentisi de çalıştığı okulda alacağı hizmet içi eğitimler ve orada çalışırken edineceği tecrübeler ile kendini bir adım öteye taşıyabilmek olabilir. Bu sebeple aynı okulda çalışan her birey aynı derecede mutlu değil. Bu isteklerin hiçbiri yanlış değil. Ama okul seçimi bunu karşılamıyor olabilir. Yine X okuluna öğrencisini gönderen bir velinin çocuğu için okuldan beklentisi; onu ileride gireceği üniversite sınavına yeteri kadar hazırlaması olabilirken, diğerinin beklentisi yalnızca çocuğunun mutlu olması olabilir veya bir diğer velinin okuldan beklentisi çocuğunun daha elit ailelerin çocukları ile arkadaşlık etmesi ve çevresinin küçük yaştan böyle şekillenmesi olabilir. Hatta üzülerek söylemeliyim ki ‘’Çocuğumun arkadaşının annesi-babası benim de arkadaşımdır.’’ mantığı ile kendine sosyal çevre kurmaya çalışıp, sektörde kendi işine yatırımcı arayan velilere de denk gelmişliğim var.

Şimdi naçizane sorunun çözümüne gelelim. Türkiye’ye geldiğimde özel okulculuktan bir haber bir öğretmen olarak okul arayışı içerisindeyken, çok değerli bir eğitimci büyüğüm ile sohbet etme fırsatım oldu. Bana eliyle tam karşılarındaki bir özel okulu işaret ederek şöyle dedi: ‘’Hocam bakın onlar da özel okul biz de özel okuluz. Aynı ülke içerisinde, aynı müfredat ile aynı bakanlık altında çalışıyoruz. Ama asla ne onlar bizim rakibimiz ve/veya alternatifimiz ne de biz onların. Çünkü onların öğrenci yetiştirme şekilleri ve misyonları ile bizim öğrenci yetiştirme şeklimiz ve misyonumuz birbirinden çok farklı. Onlar bu ülkede kalıp üniversite sınavlarına girecek öğrencileri, bu sınavlarda alabilecekleri en iyi not için yetiştirirler ve itiraf edeyim ki bu konuda da başarılıdırlar. Biz ise dünya vatandaşı yetiştiririz ve yetiştirdiğimiz çocuklar yurt dışında herhangi bir okula aniden geçiş yapmak zorunda kalsa bile tabiri caiz ise sudan çıkmış balığa dönmeden hemen adapte olur ve yollarına orada devam ederler. Bu sebeptendir ki o okuldan bize geçmek isteyen veliyi sorgularım, gerçekten nereye geldiğini veya neden geldiğini biliyor mu diye ölçerim.’’  

Ben de bu sebeple, bana o yukarıda bahsettiğim iki soruyu soran velilere de öğretmenlere de ilk olarak seçecekleri okulun fiziki vb. diğer özelliklerine bakmadan önce kendi fikir ve hedeflerine uygun olup olmadıklarına bakmalarını söylerim. Bir başka kanayan yaramız ise Türkiye’de okulların neredeyse tamamının ‘’Bilişsel Beceri’’ üzerine kurulu olması ve becerisi bilişsel yönde olmayan çocukların, ya okul ya da ebeveynlerin yanlış yönlendirmesi sonucu kendini başarısız hissetmeleri. Bu sebeple bir doktor deyimi ile ‘’Teşhis tedaviden daha çok daha önemli.’’ Veli isek önce çocuğumuzu, öğretmensek önce hedeflerimizi doğru tanımalı ve tanımlamayız. Eğer hedefimizi belirledik ve uygun okulları listelediysek artık sıra onları elemeye gelebilir.

Ben olsam elemeye önce okulun köklü bir okul olup olmadığına bakarak başlardım. Hepimiz biliyoruz ki yeni açılmış bir okul henüz kendi içerisinde bazı şeyleri oturtamamış olursa, bu hem öğrenciye hem öğretmene ağır zararlar verir. Yeni açılmış okullarda işe başlamak zorunda kalan yeni mezun öğretmenlerimizin daha mesleklerinin ilk yıllarında ‘’Doğru mesleği seçmedim galiba, artık bu işi yapamayacağım!’’ dediklerini bizzat kulaklarımla duymuş ve onları bu yolda yürümeye devam ettiklerinde, gerçek eğitimcilerle karşılaştıklarında içlerindeki eğitim aşkının tekrar alevleneceğini söyleyerek telkin etmeye çalışmışlığım çok. Aynı bıkkınlığı, çocuğunu sırf adı özel okul olsun diye ilk bulduğu -bütçesine uygun- okula gönderen velilerde de çok gördüm. Tam tersi mümkün değil mi? Yani uzun yıllar bu sektör içerisinde olup, kendini yenileme zahmetine hiç girmeyen ve asla çağa ayak uydurmayan okullar yok mu? Tabii ki var.

Bir başka ölçüt de okulda çalışan öğretmenlerin ve yönetimin ne sıklıkla işten ayrıldığı konusu. Eğer her yıl broşüründe ‘’Yenilenen kadromuzla daha güçlenmiş olarak karşınızdayız!’’ gibi cümleler ile reklam yapmaya çalışan bir okuldaysanız oradan koşarak uzaklaşın. Zira bu ‘’Öğretmenlerimiz yine topluca istifa etmiş!’’ demek. Çalışanlarının refahını ve huzurunu düşünen, öğrencisine ve öğretmenine değer veren bir yönetim asla iyi personelini kaybetmez. Bu mutluluk öğretmenden çocuklara da yansır. Bir yerde okumuştum ‘’İnsanlar işlerini değil, yöneticilerini terk ederler.’’ yazıyordu. Ne kadar doğru bir söz. Ve tabii ki bunun da tersi mümkün. Aynı kurumda nasılsa 25-30 senedir çalışıyorum, bana kimse artık hiçbir şey diyemez diye düşünüp, o yavrucaklar üzerinden emekliliğini bekleyenler de vardır. Penny Ur’un bir sözü var: ‘’20 yıl çalışan öğretmenler ikiye ayrılır. 20 yıllık tecrübesi olanlar ve 1 yıllık tecrübeyi 20 kez tekrar edenler.’’  Bazen o kadar hevesli bir yeni mezuna denk gelirsiniz ki sizin otuz yılda yapamadığınızı, o otuz günde yapıverir. Bu sebeple yeri gelmişken; büyük kurumların kendi içerisinde aldığı terfi için ‘’En az beş yıl kurum içerisinde çalışmış olmak’’ kuralını da doğru bulmadığımı tekrar belirtmiş olayım.

Yeni ölçütümüz okulun çocuğu ‘’mutlu etmesi’’ olsun. Bir çocuk eğlenirse, oyun oynarsa mutlu olur. Bunu herkes bilir. Ve ne yazık ki sırf ticari çıkar peşine düşmekten ‘’Mutlu Et Gönder Okulları’’ piyasada yerini almıştır. Çocuk mutlu ise veliyi kandırmak çok kolay ne yazık ki. Bu tip okullar sadece çocuk eve gidince ne kadar mutlu olduğunu anlatsın diye eğitim verirler. İlkokul bitince başka okula giden o çocuğun,  eskiden yaşadığı bütün mutlulukları hayal kırıklığına dönüşüverir. Zira gerçek hayat o kadar kolay ve eğlenceli değil ne yazık ki. Peki, gerçek mutluluk nasıl olur? Zor konular uzman bir ekip tarafından oyunlaştırılarak yıllık plana yerleştirilirse olur. Oyunlaştırma eğitimleri birçok kurumun hizmet içi eğitimlerinde yerini almaya başladığından bu yana okullar daha eğlenceli bir hal aldı bu kesin. Artık asık suratlı ciddi öğretmenlerin değil, konuyu çocuğun dünyasına uygun olarak anlatan öğretmenlerin değer bulduğu bir dönem açıldı. Artık çocuklar matematik derslerinde matematik problemlerini çözüyoruz demiyorlar, tam tersine matematik oynuyoruz öğretmenim diyorlar. Harika değil mi? Öğretmen çeşitliliği bu durumda çok önemlidir. Biz yurt dışında eğitim fakültesi okurken seçmeli derslerimizi birbirimizden farklı alanlarda almaya çalışırdık. Aynı dönemde mezun olan öğretmenlerin hepsi aynı seçmeli dersle mezun olursa iş bulması zorlaşırdı çünkü. Neden biliyor musunuz? Çünkü bir okul hali hazırda okulunda çalışan bir sınıf öğretmeninin seçmeli dersi müzik ise, bir sonraki işe alacağı öğretmeninin ilgi alanının resim, beden eğitimi, yaratıcı drama vb. müzik dışında bir dal olmasına özen gösterirdi. Her öğretmen kendi ilgi alanına uygun etkinlik üretip paylaştığında okulda çok sesli ve renkli bir atmosfer oluşturulurdu ve tabii ki üst yönetimin de öğretmenler kadar yeniliklere ve teknolojik gelişmelere açık olması çok önemli. Yoksa öğretmen içindeki enerjiyi dışarı vurmaya fırsat bulamadan solup gider.

Okulun fiziki koşulları, sanata ve spora verdiği önem, beslenme konusunda gösterdiği titizlik, sağladığı güvenlik- sağlık hizmetleri ve eve yakınlığı da dikkat etmemiz gereken ölçütler olmalı. Zira ben çalıştığım bir kurumda bir öğrencimin her sabah iki saatlik trafik çilesi çekerek okula geldiğini, okula gelirken midesi bulandığı için ilk derslere konsantre olamadığını öğrendiğimde veliyi okula çağırıp sebebini sormuştum. Aldığım cevap daha acıydı. Veli bana: ‘’Öğretmenim aslında bu okulun bizim semtte de bir şubesi var ama en ünlü şubesi burası olduğu için buraya yollamayı tercih ediyoruz.’’ dedi. Keşke anne-baba olmanın da bir ehliyeti olsa.

En önemlisi de ne biliyor musunuz? Eğitimde fırsat eşitliği olsa, bu imkanların hepsini tüm çocuklara ve öğretmenlere devlet kendisi ücretsiz sunabilse…

Tuğba ÇELİKKANAT