Tuğba Çelikkanat

Çocukluğumdan bu yana sorguladığım temel konulardan biri de ‘’Başarı’’ konusudur. Kafamda durmadan dönen; ‘’Başarı   aslında nedir?’’, ‘’Başarıyı ne ile ölçebiliriz?’’, ‘’Kime ve neye göre başarılıyız?’’ soruları ile boğuşuyorum yıllardır. Yaşıma oranla   ömrümün çoğunu eğitim fakültelerinde geçirmiş olmam bu sebeptendir belki de, bilemiyorum. Ancak özellikle anne olduktan sonra sorgulamalarım daha da derinleşti ve kendi hayatım için almadığım marjinal kararları oğlum için almamı sağladı bu içsel savaşım.

 Başarılı olmak kavramının herkeste karşılığı farklıdır. Kimi için yönettiği şirketin yıllık kazancını daha önce hiç olmadığı seviyelere   çıkarmak bir başarı iken, kimi için çok iyi piyano çalabilmek bir başarıdır. Kimi için okuldaki sınavları tam not alarak geçmek iken, kimi için iş yerinde terfi almaktır. Peki, başarı gerçekten her zaman,‘’Bir konuda toplumca belirlenmiş olan bir sınıra ulaşabilmek veya bunu aşabilmek midir?’’ Yani sınırlarını başkalarının, zamanın, yerin veya durumun belirlediği bir eylem midir? Mesela daha   önce yazılmış ve çalınması en zor notaları çalan bir kişi başarılı bir piyanisttir. İş yerinde patronunun belirlediği kurallara en çok   uyan kişi en iyi işçidir. Öğretmenin hazırladığı sınavda soruları öğretmenin istediği yolla çözen öğrenci başarılıdır. Bunun tam tersi  düşünüldüğünde yalnızca bu soruları çözemediği için birçok öğrenci başarısızdır. Her ne kadar o anda sınırları belirleyen sadece öğretmen veya soruların niteliği olsa da. Bunu biraz daha makro düşündüğümüzde, ömrümüz boyunca yapacağımız mesleğimizi belirleyen de, hangi ülkede ne şartlarda yaşayacağımızı belirleyen de bazen sadece birkaç sayfa dolusu sorudur. Peki, bu güvenilir bir ölçme aleti midir? Bu ölçü aletini belirleyen ve en nihayetinde değerlendiren ne kadar güvenilirdir? Bildiğiniz kadarını ölçebilirsiniz. Peki ya sizin henüz bilmediklerinizi ölçülen biliyorsa? Yeterli donanıma sahip ortam ve yeterli zaman verildiğinde bekli atomu parçalamanın ötesine gidebilecek bir bireyi, kısıtlı bir süre içerisinde kendi belirlediğiniz yöntem ve gereçlerle ölçmeye mahkûm etmek ne kadar güvenilir ve geçerli bir sonuç verecektir?

Geçtiğimiz aylarda bir eğitim söyleşisinde uzman bir eğitimci büyüğümüz şu örneği anlatmıştı: Üniversite sınavında tam puan almak için yarışan bir lise öğrencisi (O genç bedeni, sınırsız yaşama hevesi ve akıl almaz zekâsı için yönlendirildiği şey bu olmamalıydı kısmına hiç girmiyorum bile!) ‘’Sınavda bir tek soru tipinden korkuyorum öğretmenim.’’ demiş. ‘’Hangi soru tipi ki o?’’ diye sormuşlar. O da ‘’Hani metne göre yanıtlayınız soruları var ya, en çok onlardan korkuyorum öğretmenim. Çünkü ben metinleri okuduğumda kafamda çok daha fazla şey canlanıyor. Hayal kurmaktan ve metinde olmayan şeyleri de yorumlamaktan kendimi alamıyorum. Sonra cevabım yanlış çıkıyor.’’ demiş. Nasıl büyük bir hata değil mi çocuğun kendini sınırlara, kalıplara koyamaması... Ben lisedeyken bir arkadaşım vardı. Sayılarla dans ederdi, oyun oynardı. Rakamlar onun eğlencesi olmuştu artık. Matematik onun sayesinde benim de gözümde korkulacak değil, aksine rakamların büyüsüne kapılacak bir şey haline gelmişti. Ama o arkadaşımın istediği mesleği yapabilmesi için üniversite sınavına girmesi ve matematik dışındaki bazı dersleri (Türkçe vs.) de yapabilmesi bekleniyordu. Ayrıca sayılarla dans etmesi değil, aksine sorulan sorulara istenilen şekilde ve zaman kısıtlaması içerisinde cevap vermesi gerekiyordu. Bunu başaramadığı için pazarcı olmuş. Yolda karşılaştığımda ayaküstü ettiğim sohbette edindim bu bilgiyi. Bu ilk arkadaşım değildi, belirlenen bu sınavlar ve dayatmalar yüzünden içindeki patlamaya hazır volkan gibi bekleyen potansiyelini açığa çıkaramayan ve içine gömüp hayatına deva eden. Şöyle bir çevrenize bakın. Sizin de eminim vardır böyle tanıdıklarınız. Elemede kullanılan elekler delikse veya elenen una uygun değilse, unun günahı nedir? Başarısızlık olan adlandırdığımız şey ‘’ Bir insanı yaptığı en kötü şeye indirgemek’’ değil midir? Bu insanlar ‘’Başarısız’’ da sorular ‘’Başarılı’’ mıdır?

Sizlere bu içsel savaşımı sadece sınavlarla sınırlandırarak anlatmak istemiyorum. Hayatın birçok alanında karşımızda bu sınır belirleyiciler. Nasıl giyinmemiz gerektiğinden nerede nasıl konuşmamız gerektiğine, erkek-kadın rollerimizden, iyi birer ebeveyn olma şartlarına kadar birçok alanda içimizdeler. Toplumdan rastgele seçeceğiniz yüz kişiye nasıl iyi anne olunur diye sorduğunuzda size aşağı yukarı hep aynı cevabı verecektir. Tüm bunlarla bağlantılı olarak sebep-sonuç denklemini kurduğumda yolum ‘’Yaratıcılık’’ kavramına çıkıyor. Son bir buçuk- iki yıldır ‘’Yaratıcılık ve İnovasyon’’ kavramlarını araştırmaya çalışıyorum. İnsan beyninin kortekslerini, işlevlerini detaylıca araştırıyorum. Henüz araştırmalarım istediğim seviyelere gelmemiş olsa da yolum hep aynı kapıya çıkmaya başladı. Her insan bir dâhidir. Ancak ona sunulan şartlar, yer, zaman, yeteneğini belirlemekte yaşanılan sıkıntılar vs. bunu kanıtlama yolundaki engelleridir. Yaratıcılık henüz gerçekleştirilmemiş haliyle dünyayı hayal edebilmektir. İnsan beyni normalde bildiği, güvendiği, daha önce deneyimlediği nöron yollarını kullanmayı seçermiş. Sürekli aynı nöronlar arası bir trafik oluşur ve bu da enerjiyi daha tasarruflu kullanmasını sağlarmış. Zira beyin bir kilogramlık haliyle tüm vücudun enerjisinin % 20 sini tek başına tüketirmiş. Peki, bu hep böyle olsaydı ne olurdu? Tabii hayattaki her şey sürekli aynı kalırdı. Tıpkı bir orman gibi. Eğer siz bir ormana girip orada bir değişiklik yapmazsanız o orman yüzyıllar boyunca hep aynı kalır değil mi? Hayvanlar da bitkiler gibidir. Sürekli aynı rutinde hayat mücadelesi verirler. Hiçbir arı, bugün de bal yapmayacağım başka bir şey deneyeceğim demez. Ya da hiçbir aslan, ben artık vejetaryen oldum et yemeyeceğim, av peşinde koşmaktan yoruldum demez. Bunu bilinçli yapabilen tek canlı insandır. Hayatına bilinçli bir yön verir. Değişiklikler yapmak için düşünür, hayal kurar, tasarlar ve hayata geçirir. David Eagleman bunu şöyle açıklar: Diğer canlıları incelediğimizde beyinde ‘’ALGI’’ ve ‘’TEPKİ’’ kısımları yan yanadır. Bir fare yemek gördüğünde onu yer. Hepsi budur. Ama insanda durum farklıdır. Beyindeki algı ve tepki kısımlarının arası genişlemiştir. Biz bir şey gördüğümüzde direk tepki vermiyoruz. Önceden öğrendiğimiz bilgilerle, o anda algıladığımızı çarpıştırıp, analiz ederiz. Ekleme ve çıkarmalar yaparız. Sonra ne tepki vereceğimize karar veririz. Yani yemek gördüğümüzde onu yemenin dışında sanatsal malzemeye de dönüştürebiliriz, görsel malzeme olarak da kullanabiliriz, savaş silahı olarak da kullanabiliriz veya bir araç olarak da kullanabiliriz. Bunu bir prizma örneği ile anlatmak gerekirse; herkesin kendi zihin prizması vardır. Bu prizmaya gelen ışık herkesle aynı olsa bile herkeste farklı kırılır. Bu kırılmalara göre çıkan sonuç bizim fikrimiz olur.  Eski bilgi ile yeni algı sayısız kombinasyonlar halinde bir araya gelebileceğinden fikirler sonsuzdur.

Bunu yapabilmemizin yolu hayal kurmamızdan yani ‘’Prefrontal Korteks’i’’ kullanmamızdan geçer. Yaşadığımız ortam ürettiğimiz fikirlere etki eder. Anlık duyduğumuz sesler, kokular, gördüğümüz kişiler, ışık vs. her şey bir uyarandır ve bizim bunları birleştirip ne yapacağımız yalnızca bizim hayal gücümüz ile sınırlıdır. Yaratıcılık denildiğinde insanların aklına hep ilham kelimesi gelir. Öyle otururken aniden geliveren fikir yani. Uzmanlar bunun öyle bir şey olmadığını sayısız kaynakta belirtiyorlar. Üzerinde uzun süre düşünülmemiş, emek verilmemiş, eski bilgileri kullanıp yenileriyle birleştirilmeden üretilmiş herhangi bir yaratıcılık örneği yok ne yazık ki. İki farklı, belki de birbirine zıt fikir bir araya gelerek üçüncü ama asla o ikisine benzemeyen bambaşka bir fikre dönüşebilir. Lego oynayan çocuklar çok farklı küçük parçaları bir araya getirerek bambaşka bir amaca hizmet eden bir bütün ortaya koyarlar. Bir belgeselde Phill Tippett adlı bir adamın, sahilden ve hatta çöplerden topladığı birbirinden bağımsız bir sürü cismi evinde biriktirip, sonra bunlardan çeşitli fantastik film karakterleri yaptığını görmüştüm. Bu karakterlerin tüm dünyada ilgiyle izlenen ‘’Jurasis Park’’ ve ‘’Starwars’’ karakterleri olduğunu da eklemek isterim. ‘’Yani yaratıcılık burada sıradan olan parçaları sıradan olmayan yollarla birleştirerek sıradan olmayan şeyler üretmektir. Ve çevrenizde birileri sizlere bunu yapamazsın, bu olmamış diyorsa bilin ki doğru yoldasınızdır.’’

Yaratıcılığın patladığı bir dönemdeyiz. Yirmi yıl sonraki mesleklerin şu anda henüz ismi bile belli değilken, bunu bile öngöremiyorken, kimi, nasıl, neden, neye göre ölçüp biçiyoruz? Bir daha düşünelim derim. Kişinin hayatındaki en büyük keşif farkındalıktır. Okullarımızda hali hazırda kullanılan öğretim sistemlerinin yaratıcılığı öldürdüğüne dair onlarca araştırma vardır ve bunlarla bağlantılı olarak Sir Ken Robinson gibi birçok ismin Tedx konuşmaları yol gösterici olabilir. Birilerinin belirlediği sınırlar ve ölçü birimleri, bizim sınırımız veya başarı ölçümüz değildir, olmamalıdır. Richard Bach’ın dediği gibi ‘’Sınırlarını tartış, onların gerçekten senin olduğundan emin ol.’’

Tuğba ÇELİKKANAT

 Kaynaklar:

The Runaway Species, David Eagleman- Anthony Brandt, Catapult, 2017

Beyin Senin Hikâyen, David Eagleman, Domingo yayınevi, 2020

Kader mi, Özgür İrade mi?, Koray Tulgar, Mona yayınevi, 2019

Mavi Tüy: Gönülsüz Bir Mesih’in Serüvenleri, Richard Bach, Epsilon Yayınları, 2013

https://www.ted.com/talks/sir_ken_robinson_do_schools_kill_creativity/transcript?language=tr

https://www.ted.com/talks/geoffrey_canada_our_failing_schools_enough_is_enough?language=tr#t-514496